kadın hakları

Bu konuda toplam 5 içerik bulundu.

11 EKİM DÜNYA KIZ ÇOCUKLARI GÜNÜ

Bu günde kız çocuklarının karşılaştığı toplumsal eşitsizliğe dikkat çekmek ana amaç.Eşitlikçi ve sürdürülebilir kalkınma hedefi için gösterilen gayretin hedefi kadınlar…Kız çocukları da bu hedefin tohumu…Eğitime ulaştırmak… okuldan çalışma hayatına geçişde eşitlikçi bakış açısı… bilim, sanat, teknoloji ve matematik alanında da öncü ve yaratıcı olabileceğine dair cesaret vermek…eğitim döneminde en üretken ve karar verdirici çağ olarak düşünülen ergenlik döneminde kız çocuklarına destek vermek…zaten güçlü olan kız çocuklarının önündeki engelleri kaldırmak ve yüreklendirmek gerek…

Türkiye’de okuma yazma bilmeyen kadın sayısı erkeklerden 5 kat fazla.
15 yaş ve üzeri nüfusun işgücüne katılımı erkeklerde %72 iken kadınlarda % 32.
Kadınlarla erkeklerin eşit işe eşit maaş alabilmesi için geçecek süre 170 yıl.
Ayrıca kadın, yıllar geçtikçe toplumda tür değiştiren şiddet mekanizmasının da maduru.

Dönüşümün önündeki en büyük engel ataerkil toplum düzenindeki kadının ‘değersiz’ konumu…

İşin özü şu ; kız çocuklarının toplumdaki değeri yükseltilmeli ki okuduğu masallardaki gibi …prensinin öpmesini bekleyen pamuk prenses, prensinin getireceği uygun ayakkabıyı bekleyen sindirella ya da kurbağa prensi öpmek zorunda kalan prenses olmasınlar, değil mi??

ERKEK EGEMENLİĞİNDE KADIN

ERKEK EGEMENLİĞİNDE KADIN 

 

Herşey ihtiyaçtan.. Hani şu feminizm diye burun kıvırdığımız  siyasal ve toplumsal duruş da ihtiyaçtan…  

 

 

 

Feminizm , 17. Yüzyılda İngiltere’de  kapitalizmin gelişmesiyle kendini ‘toplumdan dışlanmış bir kategori’ olarak gören kadının haklı talebiyle konuşulmaya başlanmış.18. ve 19. Yüzyılda kadın toplumsal alandaki konum, durum ve sorumluluğunu sorgulayarak dönüştürme yoluna gitmiş.Günümüze kadar gelişen ve dönüşen feminist yaklaşım, kadının hayatını değiştirecek kararların kadının denetiminde olmadığını savunur.Simone de Beauvoir da “kadın doğulmaz, kadın olunur” diye düşünür.Yani kadın olmak ve edilgenlik, doğuştan itibaren kadın cinsine öğretilir.

 

Kadının asıl yeri konumundaki aile, modernleşme kültürü ve sanayileşme ile birlikte bu yeni kültüre entegre edilmiştir. Böylelikle yüzyıllardır gelen kadının dışlanması kültürü, bu alana da yansımış ve kadın iş hayatı ve sosyal yaşamdan giderek soyutlanmıştır. 

 

 

Sosyal toplum örüntüleri kadınların haklarını elde etmeleri ve kullanmaları yönünde zorlaştırıcıdır. Hane  ev yaşantısı toplumun en küçük birimidir ve kadına fedakar olmanın öğretildiği birim alandır.Fedakar olma, karşılıksız özveride bulunma, sabretme, hizmet etme, sadık olma gibi değerlerin öğretildiği, yüceltildiği bir birim alan…

 

 

Peki bu anlamda ne yapmak gerekliydi? Kadınların bu çarkı kırması için gereken eğitimdi fakat ataerkil düzendeki erkeğin ‘olur’ unu alabilen bir eğitim…Bir süre ulus devlet fikrine sadık ve ona hizmet eden evlatlar yetiştirmek gayesiyle kadının ufkunun açılması tercih edildi.(Berktay, 2003). Yani yine eşitlik ve toplumdaki kadının reddedilemez üretim gücü değil , aynı ataerkil öğretinin devamlılığını sağlama gerekçeleriyle  salahiyet verilmiş.

 

Kadının ekonomik anlamda erkeğe bağımlılığı, sosyal hayattaki güç ilişkisinde de kadını ikincil konuma sokmaktadır.

Kadın ve erkeğin yaratılış anlamında farklı olduğu ve iş kollarının bile buna göre sınırlandırılması gerektiği fikri toplumu kadın gibi güzide bir canlıdan mahrum bırakacaktır.Yapılan bir çalışmada yönetim kurulunda kadın bulunduran şirketlerin verimlilik ve gelirlerinin çok daha yüksek olduğu bulunmuş.Çünkü kadın adil, vicdan sahibi,yaratıcı, çalışkan, görevi emir algılayan, disiplinli, düzenli ve bu kadar katı kavrama bir şekilde başararak duygusal zekasını da katabilen bir canlıdır. Kadın kamusal alanda varolmalıdır.Fakat siyaset, ticaret, ekonomik ve diğer alanlarda kadın oranı halen çok az. Kadının yoğunluklu bulunduğu sektörler eğitim, sağlık ve hizmetin ön planda olduğu sektörler.Bu sektörlerde de görevi üst yönetim aşamaları değil..Türkiye’ deki kadınların üçte biri ev hanımıdır. Bence ev hanımlığı, ‘duygusal bakım’ da içeren zor ve hayati bir meslektir, ama kanuni hakları yeterince korunmadığı için kadını güçlü, yeterince hak sahibi ve bağımsız yapamamaktadır.

 

 

Eğitim ve akıl, eril iktidar karşısında kadının güçlenmesini sağlayacak ve sessizlik, koşulsuz sadakat, boyuneğme, kabullenme gibi  öğretilen ve dayatılan maharetlerle ! , kadını çevreleyen dört duvara hapsini engelleyecektir. Chris Weedon’un tanımladığı ataerkil ilişkinin yani   “kadın çıkarlarının erkek çıkarlarına tabi kılındığı güç ilişkisi” nin  dışına çıkacaktır. Kadının eğitimi , hayatlarına dair karar alma mekanizmalarında özgürlük, ekonomik, sosyal, kültürel anlamda varolma, kişisel güven kazanma, sosyal yaşama katılma ve başkalarının kendisine yönelik  olan sınırlarını belirleyebilme gücü  kazandıracaktır. 

 

 

 

 Bir düşünür; her bireyin  üzerinde eşsiz bir desen damgalanmış bir tohum olarak dünyaya geldiğini ve kim olduğunu keşfetmeye ihtiyacı olduğunu  söyler. Nüfusun yarısı biziz…Ülkenin köşede bekleyen , gerekirse ! zulmedilen yarısıyız. Ülkenin değerleri için keşfedilmemiş ve kaybedilen özgün iş gücüyüz..Eğitim diyorum ama o yolda da erkeklerden daha yoğun güç, titizlik, özveri, hatasızlıkla ve binbir önkesmelerle mücadele ettiğimizi bilirim. Bu ayrı dava…Yine de kadının aşkın ruh hali ve becerisini ortaya koyabileceği tek çıkış yolu eğitimdir. 

 

Saygılarımla…

 

 

 

 

 

 

 

AŞK ÖLDÜRÜR MÜ?

AŞK ÖLDÜRÜR MÜ?

 

Son günlerde yüzüne kezzap atılan bir genç kızın, sevdiğini söylediği erkeği affetmesi ve birlikte olmayı tercih etmesi çokça konuşuluyor. Kıza desteğini çeken avukatları ve sivil toplum kuruluşlarının yanında, her ne olursa olsun yardıma hazır olduğunu ifade eden bu işe kendini adamış sivil toplum örgütleri de var. Bu arada bu kabulün, kızın şahsi fikri ve özgürlüğü olduğunu savunan da…

 

Oysa ki bu talihsizliğine  uzanan sıkıntılarını hafifletmeye çalışan  nice insan vardı. Cumhurbaşkanımızın özel ricasıyla, dünyanın en iyi plastik cerrahlarından Prof.Dr.Mehmet Mutaf  ameliyatlarına başlamış, Acıbadem Hastanesi de tüm hastane masraflarını karşılamıştı. Hep birlikte bu kızın sorunlarına deva bulmaya çalışıyorduk.Şiddet nedenleri ve nasıllarıyla sadece şahsi bir mesele değildi, tüm toplumun meselesiydi. Şiddete hazırlayan pek çok etmen vardı, bu anlamda sürece destek olmak bir zorunluluk idi amaa… Bu kız çocuğu, o erkek çocuğunu büyüten ve ona vahşet tohumlarını eken anne babanın  evine yerleşti…

 

Herşeye rağmen şiddetin mağduru olmayı devam ettiren kızı bu sürece hazırlayan neydi ? Bu örnek temelinde  düşünmek, zaten ciddi sıkıntıları olan bir kız çocuğunu istemeden bile olsa üzmek,  hiç de istemediğim bir durum. Fakat bu trajediye tanık olan bir toplum var ortada ve bu afla beraber inanılan temelleri, kökünden sarsan bir kız çocuğu.. Olanlar, verilen mücadelenin dayanaklarını zorlayan ve inandırıcılığını kaybettiren bir sonuç… Düşünür McLuhan’ın dediği gibi ‘dünya koca bir teknolojik köy’. Bu yüzden bu örnekle yazmak,  sevgiden, aşktan , bunları yaşarken de özgürlükten bahsetmek gerekir diye düşündüm.

 

Aşk neydi ? Sevgi neydi?  Saygı, özen, özveri, heyecan, tutku, dostluk içeren bütünleyen bir uyum süreci değil miydi? Her yüreği  hoplatan şey, aşk mıydı, yoksa hastalıklı bir bağlanmanın başlangıcını müjdeleyen bir sevinç  çığlığı mı ? Aşk ve sevgi sadece o kişinin varlığından bile mutlu olmayı öğretir. Eğer aşksa bu ; aşık gözlerindeki ışıltıyla can bulduğu yüze  kezzap döker mi?  Sevgi ve aşk beklemek, sabretmek, anlamaya çalışmak değil miydi? Sevmeye ve gönül kazanmaya çabalayan dirençli ve isyankar bir ruh yok muydu ardında? 

 

İnsan bildiğini ve tanıdığını güvenilir bulan bir varlıktır. Her ne kadar sıkıntı yaşasa da hiç bilmediği ‘yeni’ , ona güvensizlik,  huzursuzluk verir. O yüzden aynı acı dolu sarmalı yaşar durur. İnsanda her travma, az ya da çok bir iz bırakır. Freud’a göre  insanların ilişki tarzlarında bir 'yineleme zorlantısı ' olabilir. Çocukluk yaşlarında yakın çevresiyle olan ilişkisinde bir travma yaşamış, çocuk gücüyle o travmayı yenememiştir. Artık erişkin çağlarına gelmiştir ve bilinçaltında çözülmeyi bekleyen travması halen canlıdır. Bu travmayı çözmek için yaşadığı güncel ilişkisine, bunu aktarır. Israrcı bir şekilde çözmek ister, hatta benzer durumları yaşayacağı bir eş  bulur. Travmasının benzerini yaşayacağı senaryoları da , sırf çözebilmek için yaratabilir. Bununla beraber  kullandığı araç olan çözme yetisi ,kişiye ve ilişkiye yaklaşım tarzı aynıdır ve bu nedenle bir türlü problemin içinden çıkamaz.  Aynı tarz ve yöntemle, aynı mizanseni yaşar , olay kendini yineler durur.

 

Kadın sevdiği tarafından biricik görülmek ister. Erkeğin onu özel ve herseye rağmen güzel bulduğunu ifade etmesi kadının kendine olan güvenini tazeler. Örselenmiş  ruhlar için  bu ifadeler,  tam da aranandır. Geçmişin izlerini silmek ve benliğini yüceltmek adına,  kolay olan tanıdık yolun seçilmesi de olasılıklar arasındadır.

 

Bu tür ilişkilerde acı çeken zaman zaman kendini suçlar. Şiddet uygulayanın haklı yönleri  olduğunu düşünür, onun penceresinden bakma yoluna da gider. Evet,  geçimsizliklerde karşı tarafın ne düşündüğünü empatiyle anlamaya çalışmak zorunludur ama şiddetin anlaşılır hiçbir gerekçesi yoktur.Öyle ya da böyle karşıdakine hak vermeye çabalayan bir sürece de gerek yoktur. Siyasilerin ağzından duymuş olabileceğiniz ‘Stockholm Sendromu’ denilen bir durum var.1973 yılındaki bir banka soygununda 131 saat rehin kalan banka çalışanları, kendilerine iyi davranan ve ihtiyaçlarına duyarlılık gösteren  bir soyguncuya karşı özel bir tutum geliştirmişler. Bir süre sonra soyguncunun gözünden olaya bakmaya başlarlar, onun  haklı olabileceği durumlar olduğunu düşünürler, iyi geçinirler, polisin baskın yapacağını farkeder ve haber verirler.  Rehin tutuldukları süre bitince de soyguncunun aleyhine ifade vermek istemezler, avukatlık giderleri için aralarında para toplarlar. Hatta içlerinden bir kadın, soyguncuya aşık olur, bu yüzden nişanlısını terk eder, hapisten çıkana kadar soyguncuyu  bekler ve evlenir. Romantik bir saçmalık yaşanır …

 

Nihayetine gelirsek…Kadın- erkek ilişkisinde şiddetin öznesi çoğunlukla  erkek olduğu için diyorum,  ‘adam gibi’ sevmek  ve  aşk ;  güzel, seveni ve sevileni  yücelten bir emek.. Nazım Hikmet’in iki güzel şiirini buldum sizlere.

 

Erkek kadına dedi ki:

Seni seviyorum,

ama nasıl?

Kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz,

yüzde yüz, yüzde bin beşyüz

yüzde hudutsuz kere yüz...

 

Kadın erkeğe dedi ki:

Baktım

dudağımla, yüreğimle, kafamla;

severek, korkarak, eğilerek,

dudağına, yüreğine, kafana.

Şimdi ne söylüyorsam

karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana...

 

Sonra da başka bir şiirinde delikanlıya seslenir:

 

Sevmek mükemmel  iş delikanlım.

Sev bakalım…

Mademki  kafanda  ışıklı bir gece var,

benden izin sana,

seeeeev

sevebildiğin kadar…

 

Saygılarımla…